



Yıllar önce Erciyes’te, Tekir Yaylasında bir röportajda yaşlı bir teyzemizin kurduğu bir cümle, yapılacak çalışmanın ne anlama geldiğini tek başına özetleyebilecek kadar manidar. Neresi vatan, neresi gurbet sorusuna yurtdışında yarım asrı devirmiş teyze şu cevabı vermişti; „Almanya’ya gidiyoruz Türkiye’yi özlüyoruz, memlekete geliyoruz, orada yaşanmış 50 yıl, arkadaşlar, çocuklar, torunlar, anılar var, Almanya’yı özlüyoruz. Artık ben de bilmiyorum, neresi vatan neresi gurbet“
„Gurbetçi“ koymuş Anadolu, Sirkeci’den kalkan trenlerin yolcularının adını. Gittikleri yerlerin „gurbet“ ve oradaki varlıklarının „geçici“ olduğunu unutmasınlar diye. Şairin Sirkeciden tren gider, bir yaldızlı Kur’an gider, diye tarif ettiği yolculuğun üzerinden 65 yıl geçti. Misafir işçi, göçmen, geçici işçi dedi bir taraf, gurbetçi-almancı dedi diğer taraf. Adını bile koyamadığımız yurtdışı yerleşik Türk varlığı bugün onlarca ülkede milyonlarca nüfusuyla devasa bir yapıya dönüştü. Ne gidenler dönebildi, ne bu gidişin adı konabildi. Gidenler, ne gittikleri yerin yerlisi olabildi, ne ana vatanın yerlisi kalabildiler. Onlar bu dünyanın yabancısı artık. Peki ya yetişen kuşaklar? Onlar da büyükleri gibi „iki arada“ mı kalacaklar, yoksa birileri çıkıp adını koyabilecek mi bu sürecin? En önemlisi, yurtdışında yaşayan Türkler, diaspora olabilecekler mi?
Herkesin sustuğu bir konuyu konuşmaya, daha doğrusu herkesi konuşmaya davet etmeye karar verdik. Kimlik ve aidiyete dair, herkes konuşsun ve adı konulsun artık diye yola çıktık. Bakalım bir cevabını bulabilecek miyiz, „Neresi vatan, neresi gurbet“ sorusunun…





















